25 Aralık 2017 Pazartesi


                             (http://aa.com.tr/tr/pg/foto-galeri/suriyedeki-ic-savasin-sanata-etkisi/0/72368)

Suriye'de dördüncü yılına giren iç savaş, ülkedeki herşeyi değiştirdiği gibi sanatkarların da eserlerinde işledikleri temaların farklılaşmasına yol açtı. Suriye'deki şiddet olaylarından kaçarak Lübnan'a sığınan genç ressam Fadi el-Hamavi, ülkesinde yaşanan iç savaşın eserlerindeki yansıması

Sanat Sığınağı


     Savaş ve zulümler dünya yaşanılabilir bir yer olduğu günden buyana  hep var oldu ve ardı arkası kesilmeyen zulümlerin emperyalist hırslar uğruna çıkardıkları savaşlarla vahşetlere imza atan insanların çirkin gölgesini yok etmek sanata ve sanatçılara düştü.
Savaşlara ve adaletsizliklere  karşı koyabilmek  başlı başına bir insanlık mücadelesidir. İşte tam da bu nedenle her sanatçı aynı zamanda zulme, adaletsizliğe ve bütün sömürücülere  karşı duran birer savaşçıdır. Savaş denilen katliamlar insanların ürettiği en vahşi eser olsa bile sanatın umuda ve direnişe dair takındığı evrensel tutum her türlü savaşı yenecek kadar güçlüdür. “Zulüme direnen  yaratıcılık ” olarak ifade edebileceğimiz sanat yaşanılan bütün sömürüleri  bizlere en güzel şekilde anlatabilecek gerçeğin içinden geçmemizi sağlayabilecek bir yoldur. Sanatçı kendi yoluna bizleride dahil ederek savaşa karşı en önemli eylemi geçmişte, bugünde, elbette gelecekte de eli kanlı zalimlerin varlığının unutulmaması, nefret duygusunun tüketilmemesinin ve zulümlerin kanıksanmasının önüne geçebilmektir.  Sanatçıların asıl hedefleri hırslara karşı direnen, güzelliğe kanat çırpan insanların olduğunu göstermek ve bunu eserlerinde toplumlara aktarmaktır.  Öyleki dünyanın gördüğü iki büyük savaş iki büyük sanat akımına dönüşmüş ve modern dünyada eklerini görebildiğimiz akımlar haline gelmiştir.  İki büyük savaş arasındaki sanat hareketleri en genel biçimiyle Dada ve hemen onun ardından Sürrealizm, bu çerçevede savaşlar  ele alınmış ve anlatılmaya çalışılmıştır. Zira günümüzde de yeni sanatı destekleme amacı güden görüşler muhtemeldir ki, kaynağını Dada ve Sürrealizm’den almıştır. Dünya savaşında ağır bedeller ödeyen insanlığın temsilcileri olarak değerlendirebileceğimiz sanatçılar II. Dünya savaşı sonrasında hatta günümüzdeki oluşumlarda da etkileri süren birikimler bırakmıştır. Kendinden sonraki tüm dönemlerde etkileyici, tetikleyici, ilham verici ve yön verici olmuştur. (Mukadder ÖZDEMİR,Dadaizm, İsmek El Sanatları Dergisi , 2015, sayı18,)

     Sanat , sanatçının izleyiciye anlatmak istediği , kendi içinde yaşadığı fırtınaları anlattığı bir bağ  olarak görülürse savaş esnasında gözleriyle değil kalbiyle gördüğü, maruz kaldığı olayları  eserlerinde toplumlara aktarmak için kendi içinde verdiği savaştır. Sanat yalnızca estetik kaygısı gütmez sanat, iyiyi güzelden ayırmaz sanat dendiğin de aklınıza gelen bu klişelerden kurtulmanın tam zamanı !  Barışı ellerimizle ilmek ilmek örmek istediğimiz şu zamanlarda gören gözlerinizi yummak zorunda değilsiniz duyan kulaklarınızı tıkamak ne derece insan olduğunuz sorusunu akla getirmez mi  ?  Goya  , Fransızların 1808’de Madrid’i işgali sırasında, Napolyon’un ordularına direnen İspanyolların anısına çizmiş olduğu 3 Mayıs Katliamı ile  gördüğü herşeyi bize eseriyle hissettirmiş ve o mükemmel bağı bizimle kurmuştur. Picasso , 1937 yılında İspanya’da Bask bölgesinin merkezi olan Guernica şehrine faşist diktatör General Franco’nun yaptığı saldırı Guernica eseri ile gösterilmiştir ve yaşanan yıkımlar eserde bizlere ürtücü bir yolla gösterilmiştir. (https://onedio.com/haber/sanatin-savasa-bakis-acisi-sanat-ne-anlatir-3--342218) Savaş dönemlerinin eleştirildiği ve dönemlerin hissettirildiği  binlerce eser plastik sanatlar, edebiyat, müzik gibi  her sanat alanında mevcut.  21.yy da halen varlığını sürdüren savaşları görmekteyiz Suriye iç savaşının etkileri Suriye’li olan sanatçıların yaşadıkları kaus ,katliamlar,yıkımlar ve hastalıklar  sanat eserlerinde açık bir şekilde  görülüyor.


     21. Yyda görüyoruz ki devam eden savaşlar, göçler , katliamlar yalnızca ve yalnızca  kınanmakta.  Hatta öyle ki 3 maymun oynanmakta. Peki ya savaşların yıkıcı etkilerini görmek veya anlatmak için sanatçı mı olmak gerek ? Asla ! İnsan olmamız yeterli olacaktır..

Sanatın Tüketimi: Yeni Bir Sanat Faaliyeti?


Estetiğin göreliliği üzerine yaygın bir kanı vardır. Bunun güzel olanın ne olduğu üzerine çok çeşitli görüşlerin olması, her zaman yeni bir bakış açısı geliştirilmesi ve toplumun da bu konuda kendine kısa bir yol oluşturarak “kime göre neye göre?” diye sorabilmesi en azından tabanın görüşleri olması bağlamında epey kabul edilebilirdir. Kabul edilebilir olan kısım bunun mazur görülebilecek olmasındadır. Yoksa bir geçerliliği yoktur. Yine bu konuda Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi tezleri de unutulmamalıdır. Demek ki kısa yol bizi her zaman doğru yola çıkarmayacaktır.
Peki, estetiğin üretici kimliğinde inşası büsbütün öznel bir faaliyet iken kabul edilmiş bir “estetik” anlayışına nasıl ulaşılabilir?
Bunun cevabını bu yazımda iletişim temelinde arayacağım. Bunun öncesinde de sanatı güzeli üretmekten ziyade felsefe yapabilir ve yapamaz faaliyetler olarak ikiye ayıracağım. Bir fikir bir duyuş ve algıyı ifade ediş eğer sanat gayesi de güdüyorsa estetiktir. Bu ifade ediş iki yönlüdür. Sanat eserinin yapımı ve sanat eserinin tüketimi… Bu tüketim kelimesi fazla postmodern dursa da postmodern teori bağlamında konuşmak niyetinde değilim. Bu iki yön Sanat üreticisinin zihninden (resim için konuşursak) tabloya ve tablodan da sanat tüketicisinin zihnine olarak ifade edilmiştir. Zira eserin içeriğini anlayıp çıkarma, bunu da kendi zihnine aktarması da içe dönük bir ifade faaliyetidir. Zaten hiçbir zihne çarpmayan faaliyet sanat olamaz. Bu tarz bir eylem kimsenin duymadığı bir ağacın devrilmesi gibi olacaktır. Eğer işitecek kimse yoksa ses de yoktur. O yüzden sanatın kendisi de bu iki yönlülük sağlandığında ortaya çıkmış ve estetik namını kazanabilmiş olur. Bu yazının tezini şimdiden tek cümlede söylemek gerekirse sanat konusunda izleyicinin çok gerekli ve hayati olduğunu belirtmem yerinde olur.
Bu sayede neyin estetik olduğu konusunda da net bir alana girebiliriz. Eserin arka planındaki fikir (tez kelimesi aslında daha yerindedir.) ve his aktarılabilir bir düzlemde ise estetiktir. Ancak bu nokta malumun ilamı duruyor. Sadece izleyiciyi de bu faaliyetin içine almış olduğumu belirteyim. Belki biraz daha ortalığı kızıştırmak için bir sonraki cümlemi beklemeniz gerekecek…
”Tüketicinin sanat eserini tüketmesi, anlaması ve beğenmesi de estetik bir faaliyettir.” Bu yüzden izleyicinin de hakkı artık verilmelidir. Sanatın ne olduğu konusunda sürekli üreticinin söz sahibi olması bu tahakkümü açıklayabilir. Evet, belki yine de üretici kadar yoğun bir sanat faaliyetinden bahsetmiyorum ama inkâr edilemez bir faaliyet olduğu konusunda da bir küçük pay vermenizi rica ediyorum. Tekrar söylemek gereği hâsıl oldu ki bu postmodern bir yargı değildir. Bu sanatın öznelliğinden kurtarılma çabasıdır. Övülen ve olumlanan kavram tüketim değil tam tersi olarak anlayış ve takdir edebilme becerisidir. İzleyicinin sanata dahil etme çabam iletişimi, karşılıklılığı sağlama ve sanatta felsefenin tekrar yükselmesi amacıdır.
Anlamak ve anlatabilmek açısından sanata baktığımızda iletişim bilimine de göz kırpmamız gerekir. İletişim mesajların karşıya iletimi olarak değerlendirildiğinde bunu kolaylaştırıcı birkaç silahı vardır. Bunun birincisi dildir. Dil ortak kodlar üreten canlı bir yapıdır. Ne konuştuğumuz bununla belirlenir. İkinci en önemlisi ise yine tabii olarak kültürdür. Kültürün ortak oluşu benzer kodlama ve kod açma düzeyleri denk gelir. Bu da anlamın çok daha kaliteli ulaşımını sağlar. Peki, bu kolaylıkları sanatın aktarımında ve alınmasında yani sanat iletişimde nasıl adlandıracağız? Sanatın dili ve kültürü nelerdir? Bu ikameler benzer sonuçlar getirebilir mi?
Bu iki sorunun cevabını da evet olarak vereceğim. Sanatın aktarımındaki dil evrensel ve bölgesel değişikliklere uğrayabilir. Çok beylik bir örnek olarak Çin verilir. Belki de dünyanın kalanında beyaz rengi saflığı temizliği simgeler iken Çin’de ölüm anlamına gelir. Yahut kan kırmızısı aksine çok olumlu anlamlıdır, şansı simgeler. Ancak bütün bunları sanat okuyucusunun değerlendirmesi, düşünmesi gerekir: “Buradaki sanat benimle evrensel bir dilde mi yöresel bir dilde mi konuşuyor?”
Bu noktada da yaratıcının kültürü devreye girer. Burada kültürü sanat akımları ile ifade etseydim çok kolaya kaçmış olurdum. Bunun yerine biraz kargaşa da çıkarmak için yerine “kurallar”ı koyacağım. Sanat aktarımında kurallar iletişimi kolaylaştırmak anlamında büyük roller üstlenir. Kurallar sanat için hayati önem taşır. Tabii bu sanatın belki de alt kimliklerinden ‘özgür olma’ ‘benzersizlik’ -diğer bir deyişle biriciklik- ile çatışacaktır. O yüzden Kurallar’ı da yaratıcının kendi inşa ettiği kültür içindeki kurallar olarak sınırlayacak akımlardan dahi esnek bir yapıya getireceğim. (Ancak yine de ifade etmem gerekir ki halen sürrealist sanatçılar ile çatışıyor haldeyim. Zira onlar da “Bir sanatçı önce kurallar koymalı sonra onların tamamını yıkmalı ve tanımamalıdır.” der)
Şimdilik Sürrealistleri bir kenara bırakalım da izleyiciyi sanata dâhil etme gayemize tekrar dönelim. İletişimdeki hem tabanı hem de kolaylaştırıcı bir unsuru görev edinen kültür hele de sanat konusunda belli bir eğitimi gerektiriyor. Burada artık pratik sanat faaliyetlerini eğitimden saymak ikinci plana itilmiş oluyor. Zira sanatı tüketebilmek de malumun ilanı olduğu üzere ayrı bir beceri istiyor. Peki, şimdiye kadar gelmiş sanat eğitimdeki “biz sanat yapmayı öğretelim sanatın ilk çıkışından belirli bir rota çizelim bu da arzu edilen sesleri çıkarmak hatta alabildiğine gürültü yaptırmak olsun böylece üretim serüveni ile tanışsınlar, zamanla enstrümanlar ile belirli yöntemler sağlayalım ve sanat inşa edebilir hale gelsinler.” Şeklindeki Amerikan modeli sanat eğitimi konusunda çok mu işlevsiz? Çok mu yanlış ki bunu bırakıp tüketimi öğreteceğiz? Şimdilik bunu cevapsız bırakıyorum ama gayet geçerli bir mantığı olduğu aşikâr. Ancak en azından hele de yoksul bir ülke olarak farklı bir yöntem izleyebiliriz. Buradaki yoksulluğun iki yönlü olduğunu birinin maddi kaynakların yetersizliği demek olduğunu diğerinin ise sanat faaliyetlerine yabancılık bağlamında eksikliği ifade ettiğini ayrıca belirteyim. O zaman biz de en azından tüketimi yani anlamayı öğretmekle başlayalım. Benzer bir model olarak da Amerikan modeline karşıt konumlanalım. Örneğin: “biz sanatı anlamayı öğretelim sanat eserlerini dinletip, gösterip burada ne demek istiyor olabilir diyerek serbest düşünmeyi geliştirelim. İlerledikçe akımları ve olası anlamları tarzları ve felsefeleri göstererek belli çerçeveler çizmelerini sağlayalım böylece sanatı anlayabilir hale gelsinler.” Böylece emeklemeden de koşmamız oluruz. Sanat eğitimi ve toplumu sanatla tanıştırma Cumhuriyet hedeflerimizden değil miydi? Bunca zamandır takdire değer bir yol kat ettiğimizi iddia edebilecek olan çıkabilir mi? En azından sanat anlaşılmalı, takdir edilmeli ve bu dili konuşabilen insanlar olarak üstüne felsefe yapabilmeliyiz. Sanat her zaman en olmayanı söylemiştir (Beethoven’ın sözleri ile “tanrının dilinden konuşmak” ) bunun birazcık somutlaşabilmesi felsefe, daha çok somutlaşması ile de bilim inşa edilir. Yani bütün bunları istiyorsak önce sanata söz verebilmeyi öğrenmeliyiz. Söz verebilmeli ve ardından dinleyebilmeliyiz.


Sanat hepimize hemen ve azami düzeyde gereklidir. Sanat faaliyetlerini anlamamız ve özümsememiz gereklidir. Bu gereklilik sanatın tüketiminin de gerekliliğini gösterir. Bu sanatın somutlaştırma faaliyeti bir sanat eylemidir.

Herkesin Bir Son Akşam Yemeği Vardır






Hayalgücün kadar gerçeksin



      Elinde bir bilet var ve nereye istersen oraya gidiyor. İnanılması güç öyle değil mi ?  İtalya da Roma sokaklarında yürümek, Paris’te Eiffele karşı kahve yudumlamak, Dubai de safari yapmak hatta belki dünyaya en uzaktan bakmak uzayın derinliklerinde kaybolmak. Kafamızın içinde oluşturduğumuz bir sözcük vardır  “İmkansız”  peki ama neden oluşturduk bu kelimeyi yada neden özgürleştirmedik beyinlerimizi?  İşte şimdi tam zamanı beyinlerimizi özgürleştiriyoruz yaşadığınız bütün kargaşalardan beyninizi kurtarın hatta ilk hedefimiz mutluluk değil mi işte size mutluluk!
   
    Mutluluğun formülünü bulduğumda 1. Sınıftaydım okuma yazma konusunda arkadaşlarımdan biraz geride kalmıştım okadar utanıyordum ki okula gitmek istemiyor ailemle okul hakkında asla konuşmak istemiyordum. Gece olsun uyuyayım ama sabah olmasın her sabah anneme hasta numarası yapıyordum ama artık oda biliyordu hasta olmadığımı. Bir gece yatağıma girdim işte en büyük mutluluktu bu. Gözlerimi kapattım ve biranda okuluma gidip sırama oturdum kitabımı açtım ve kitap okumaya başladım. Hemen gözlerimi açtım etrafa baktım müthiş bir karanlık okul yok sıra yok kitap yok beynimde yaşadığım kargaşaya inanmıyordum küçücük kalbim yerinde değildi sanki elime almıştım elimde öyle hızlı atıyordu ki zapt edemiyordum onu. İşte ben bu geceden sonra mutlu oldum her gece gözlerimi kapattığım anda başladı mutluluğum önce kitap okumaya başladım sonra sevdiğim bütün çizgi film kahramanlarıyla oyunlar oynamaya başladım. Düşünsenize aklınıza gelebilecek her şeyi yapabiliyordum artık beynimle oyunlar oynuyor istediğim kıyafetleri giyiyor istediğim yerlere gidiyor istediğim yemeği yiyebiliyordum. Artık büyüdüm , büyüdüm  ama hayallerim hep benimle oldu hayallerimde benimle birlikte büyüdü elbette. İşte şimdi sizinle de paylaşıyorum mutluluğumun formülünü hayal gücüm kalp ben…

     Hayal kurmak geleceği makro ölçülerde yaşama isteğidir. William Russell’in dediği gibi  “Büyük işler, büyük hayaller kurma özelliği olan insanlarca başarılmıştır” Hayaller, hayat tarlasından geçerken elimizde biriktirdiğimiz tohumların yürürken  toprağa düşürdüğümüz  filizlerdir. Tohum ve tarla için de çabalamanız gerekir ki tohumlar filiz açabilsin ve  hayaller yaşamaya değer  olsun. Hayalleriniz sizin beyin gücünüzü gösterir. Bir insanın kişiliğini anlamak için sadece yaptıklarına değil, hayallerinde var ettiği yapmak istediklerine de bakmak gerekir. Barbara Sher sözü bütün bunların minik bir özeti gibi ,   “Hayaller bizim kim olduğumuzun aynasıdır.” Aynaya bakmadan geçirdiğimiz günümüz yokken neden  kişiliğimize de  dönüp bakmayalım ki ? Esaret altındaki insan özgürlüğü hayal etmeli ki kim olduğunu ne istediğini herkesten önce kendi bilsin.  Öyle ki karnı aç insan ekmeği olmayan değil ekmeğin hayalini kuramayan insandır aslında.. Kurduğumuz  her hayal yarın için gelecek için değil mi zaten o zaman  hayat duvarına  gelecek adına bir tuğla neden koyulmasın. Önce hayalinizi kurun ve ardından bu hayalinize ulaşma adına yolunuzu çizin , yürüyün ve koşun. Hayaller imkansız gibi gözükse de  yine sizin hayal  içinde yaşamış olduğunuz hisleriniz beyninizin bir köşesinde  kalacak ve bu imkansızı gerçekleştirmek için fazladan bir adım atmanız gerektiğini bileceksiniz . Hayaller insan beynini öylesine harekete geçirir ki, belli bir süre sonunda siz hayalin peşini bıraksanız da hayaller sizin peşinizi bırakmaz. Zaten bizi hayata bağlayan birazda gerçekleşmemiş hayaller değil midir? “Hayallerini ve ideallerini bıraktıysan bari yaşamayı da bırak” der Marian Anderson. (https://kisiselbasari.com/video-hayalleri-olan-insan-basari-yolunda-durdurulamaz.html)  Siz  yeter ki hayal edin  ve görün ki o hayal sizin hayat yolunda elinizden tutacak, terinizi silecek ve varış yerinde sizi bekliyor olacaktır. Hayal gücü özgürdür. Hayal gücü özgürleştirir. Hayal önce beyni sonra insanı özgürleştirir.  Riviere  “Kafeste olmak insana uçabileceği zannını veriyor” der.(http://dirilispostasi.com/a-5454-hayal-kurmak-gelecegi-kurmaktir.html)  Hayallerle özgürleşmek için engelleri küçümseyin.  Wright Kardeşler önlerine çıkan engelleri küçümsemeseydi uçağı icat edemezlerdi veya Edison için ışık bir hayaldi imkansızdı belki ama hayaldi. Hayaller gerçekleşmek için vardır engeller ise aşmak için  Hanry Ford’un dediği gibi,  “Engeller gözümüzü hayalden ayırdığımız zaman gördüğümüz o korkunç şeylerdir.”  Hayallerini engellerin ve imkazsızlıkların yenmesine izin verme hayalin yoksa asla gerçeği yaşayamayacaksın…

       7 yaşında başlayan hayal dünyam katlanarak büyüdü beynime sığdıramaz oldum çözümü ise hayallerimi paylaşarak yaşatmaya karar verdim . En büyük hayallerimden biri olan sanat eserleri içinde var olma arzusu evet evet  sanatın içine girdiğim günden itibaren o resimlere her baktığımda hayallerimde eserlerin içinde görürüm hep kendimi Rembrant’ın Gece Devriyesi eserinde  bulunan tek kadın figürü olan küçük bir kız o benim işte Velásquez’in Nedimeler resminde donateur da benim Dali’nin  Belleğin azmi eserinde dala takılı olan o saatte benim Picasso’nun Guernica'sında resmin merkezinde acı içinde yıkılmak üzere olan, mızrakla vurulmuş o atta benim evet hepsi benim dünyamın gücü benim beynimin gittiği gördüğü yerler, anlar ve hisler bu hayal beni lisans eğitimimin son senesinde staj gördüğüm okulumda öğrencilerimin de aynı hisleri yaşamasına yönlendirdi.  Bir Görsel Sanatlar Öğretmeni olacaksam öncelikle onlara hayal kurmayı öğretmeliydim. Onlar için gerçeklik, beş duyuyla algılanabilen şeylerden çok daha fazlası olmalıydı kafalarının içinde pek çok farklı gerçeklikle yaşayabileceklerini öğrenmelerini istedim. Bu sefer Leonardo’nun Son Akşam Yemeği resminin içine kendimi  değil öğrencilerimi  sokacaktım resimlerin içinde yaşadığım o doyumsuz tadı onlarda yaşayacaktı ve yaşadılar da. Onlara gerekli bilgileri ve dönütleri vermiştim en az benim kadar heyecanlıydılar sürekli parmakları havada "ben İsa ben olayım hocam!" nidaları ile  bağırıyorlardı resimdeki figür sayısı kadar öğrenci seçtim ve yerlerinde nasıl durmaları gerektiğini gösterdim onlara sonuç mükemmeldi herkes çok eğleniyor ve bütün öğrenciler modern son akşam yemeği enstalasyonuna bayılmıştı. Her zaman hayalimde var olan resimlerin içine real anlamda ben değil belki ama öğrencilerimi sokmuştum. Benim her gece girdiğim resimlerden aldığım haz onların yaşadığı o mutluluktan daha öte olmamıştı…
 Hayatımın her evresinde hayallerim var oldu. Kimsenin göremediğini görmek en ufak detaylarla bile büyülenmek , sıkıldığım her ortamdan kaçıp beynimi başka yerlere götürmek  en büyük tutkum oldu. Şuan yedi yaşındaki o çocuk değilim evet  ama gördüm ki,  7 yaşından beri kurduğum bütün hayallerimi şimdilik gerçekleştirdim bu yaşımda var olan hala bir sürü hayalim var biliyorum  ve eminim onlarda gerçekleşecek çünkü ben öğrendim artık “ Hayaller gerçekleşmek için varmış.”   







REMBRANDT

“GECE DEVRİYESİ”

Betimleme

Konu Malzemesi:
1642’de Amsterdam’da bulunan bir grup erkek birkaç çocuk ve bir köpek ile toplam 28 figürden oluşan kalabalık bir grup gece muhafızları resmedilmişti. Bu grup, Amsterdam’ın koruyucu askeri birliklerinden birini oluşturan çeşitli rütbedeki silahşörleri göstermektedir. Eserin içinde göze çarpan en önemli unsur durağan bir sahnenin hareketli olarak resmedilmesidir. Sanki tuvalde bulunan insanların birkaç saniye sonra koşuşturarak ortadan kaybolacaklarmış gibi bir havayla çalışılması ve gözün sürekli olarak resmin her alanına doğru arayışlarda bulunması bize inanılması güç bir yeteneği ortaya çıkartıyor. Ayrıca sanatçının kompozisyon içerisine yerleştirdiği en güzel unsur çok güzel resmedilmiş olan küçük bir kız çocuğudur. Küçük kız resmin odak noktasını oluşturmuştur.
Malzeme:
Tuval üzerine = Yağlı boya
Tuval 3x6 mm. 4x4mm. 330 kg
Ancak Amsterdam Belediye binasının kapısından sığmadığı için o dönemki belediye başkanının kararıyla resim 3 kenarından kesilerek küçültülmüştür.
Biçim:
Çok teknikli, çok boyutlu barok dönemin en önemli eserlerinden biri olan “Gece Devriyesi” resmi ustaca kullanılan ışık ve gölge bizi etkilemeye yeterlidir. Parlak boylamasına incelen sarılar ve kırmızılar bizi bu geniş skalalı çalışmanın odak noktasına iter. Gece karanlığı ve gündüz aydınlığını bir arada gösteren Rembrandt, Chiaroscuro yöntemi ile koyu renkleri geri plan üzerinde parlak renkleri figürleri işleyerek dikkat çekici bir etki yaratmıştır. Bu etki ile resme bakan seyirci ilk olarak parlak ve aydınlık görünen resmin en önemli figürleri yüzbaşı, teğmen ve maskot küçük kızı fark eder. Kullandığı sembolleri ile Katolikleri ve Protestanları bir araya getirmiş boy farklarıyla sembolik bir olgu oluşturmuştur.
Bağlam:
Resimdeki askeri birlik şehirde bir devriye yapmakta değildir. Rembrandt’ın eseri yaptığı dönemde muhafız birlikleri oldukça sakin ve barışçıl birliklerdir. Ne Amsterdam’daki taşkınları durdurmak ne de şehri savunmak durumundalardı. Dolayısıyla da şehirde gece veya gündüz dolaşıp bir devriye hizmeti sağlamak durumunda değillerdi. Buluşmaları ancak sosyal veya sportif amaçlı idi. Bu yüzden harekete geçmek üzere olan birliğin devriye için değil muhtemelen katılacak bir sosyal toplantı veya tören geçidi için olduğu düşünülür. Öte yandan isimdeki “gece” kelimesi de yanlış bir kullanımdır. Yıllar boyu yapılan özensiz restorasyonlarla üst üste uygulanan vernik katmanları ve kir, eserin renklerini kapatmış ve siyaha benzer karanlık bir görünüm oluşturmuştur. Bu sebeple de yıllar içinde resmin aslında gece saatlerini gösterdiği ve dolayısıyla askeri birliğin de gece devriyesine çıktığı düşünülmüş ve bu şekilde yanlış bir isim ortaya çıkmıştır. Eser ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden restore edildiğinde 300 yıl önceki gerçeğine yakın renklere ulaşılmış ve aslında olayın gün ışığında geçtiği anlaşılmıştır.
Yorumlama:
“Işığın ve gölgelerin ressamı” denildiğinde akla gelen Rembrandt eserlerine bakmak öyle ilgimi çeker ve keyif verir ki biraz da resmin dönemine gider Rembrandt’ı izlerim. “Gece Devriyesi” adlı eserin bana kalırsa ışığın ve gölgelerin müthiş armonisiyle resimleri sanatın aşmamızda rehberlik edebileceği en önemli sınırı geçmemize yardım edebilir yani bedenlerimize ve zihinlerimize tutsak olmakla bütün bunlarda bağımsız olmak bütünüyle farklı bir yerde olmak arasındaki sınırı. Büyük ustanın aydınlatma yöntemi olarak bilinen Rembrandt ışığı bizim yolumuza yansımalı, onun hakkında ne denli kitap okunursa okunsun resimlerinden öğrenilecek çok şeyimiz var.
 Kendi tarzından asla ödün vermeyen sanatçı birliğin resmini çizmeyi kabul etmiş ancak kesinlikle geleneklere uymayı düşünmemiş ve geleneksellikten çıkarıp sadece grup portresi çizmek değil de sanki tarihi bir olay veya mitolojik bir sahneymiş gibi resmetmiştir. Resimdeki her karakterin hareket kazanması ve dramatik bir ışık kullanımı ile adeta gerçek bir tiyatro sahnesi yaşatmış gibidir. Ancak benim en çok dikkatimi çeken karakter fazlaca süslü altın renkli elbisesi ile resme yerleştirilen küçük bir kız, adeta sihirli gibi görünüyor. Küçük kız resimdeki en beklenmedik en ilginç unsurlardan biri, onun burada varlığı normal ötesi bir durum. Sanki içinde ışık varmış da parıltılar saçıyormuş gibi resmin odak noktasını oluşturuyor.
 Bu resim sanat tarihinin büyük bir kısmını oluşturuyor öyle ki Van gogh bu resim için şöyle söylemiştir: “Eğer yalnızca bir kuru ekmekle 2 haftayı bu resmin önünde oturarak geçirebilirsem ömrümün on sene kısalmasından bir rahatsızlık duymam.”
Yargılama:
Gece Devriyesi eseri Rembrandt’ın sipariş üzerine yaptığı bie resim olduğu belirtilir. Rembrandt tüm teknik gücünü göstererek sanat tarihinde “Gece Devriyesi” ismiyle bilinen tabloyu tamamlar. Siparişi veren kişilerin beklentilerinden farklı olmuştur. Siparişi verenler Rembrandt’dan farklı şeyler ummuşlardır. Çünkü sanatçının geçmişte gerçekleştirdiği “Anatomi Dersi” isimli tablosunda figürlerin hepsini aynı özende ve boyutta işlemiştir. Gece Devriyesi isimli resimde ise ışık- gölge oyunlarıyla, karmaşık renk ve kütlelerle canlanan bir kompozisyon gerçekleştirmişti. Rembrandt’ın onlarla dalga geçtiğini düşünmüşlerdir ve onu bozguncu olarak nitelendirip işten uzaklaştırmışlardır. Yeni gelişen egemen güç Rembrandt aleyhinde yoğun propaganda başlatmış ve zamanla Rembrandt’ın sanatçı ününü kaybetmesi sağlanmıştır.
 Yaşanılan bu örnekte olduğu gibi toplumun içindeki baskıcı unsurlar sanatçıların yaratımlarında etki sahibi olmuşlardır ve sanatçının daha sonraları verebileceği eserler üzerinde de olumsuz etkiler yapabilmişlerdir. Ayrıca Gece Devriyesi resmi bir kuram üzerine düşünüldüğü zaman resim alanı yani geneli yansıttığı için ve zamanın koşullarına, oluşumlarına ayna tuttuğu için yansıtma kuramı 1’e göre değerlendirebiliriz. Eserle sanatçı arasındaki ilişkiyi de düşünecek olursak yalnızca ayna tutmamış esere kendi düşüncelerini de kattığı için pencere açmış olur yani anlatımcılık kuramı 1’e göre değerlendirebilmek mümkün ayrıca o dönem şartları ve dış dünya ve toplum ilişkisi düşünülerek adeta tarihsel bir resim yaparak tarihsel eleştiriyi de kullanarak bu eseri değerlendirmek mümkünür.





John Dewey Ve Türk Eğitimi


           1920'lerde yurdumuz insanına beceri ve özgüven kazandıracak olan mucize radikal bir eğitim referandumundan Başka ne olabilirdi? Harap Yurdu kısa zamanda kalkınması için insanlarımızı katma değer üreten mesleklere ve girişimciliğe yönelterek siyasal bağımsızlığın temel  şartı olan ekonomik bağımsızlığı sağlayacak mucize, geri kalmışlığımızın  kaynağı olduğu kabul edilen ahirete odaklanmış ümmetçi ,ezberci medrese eğitimi ile gerçekleşemezdi. Meslek okullarının sayıları çok yetersizdi mevcut birkaç lise ise girişimci değil bürokrat yetiştiriyordu. Ordu ülke nüfusunun çoğunluğu oluşturan ve genellikle okuma yazma bilmeyen kırsal kesim insanına beceri özgüven ve akılcılık kazandıracak yaygın bir eğitim sistemine ihtiyaç vardı. Ülkede herhangi bir konuda uzmanlaşmış kişi bulmak imkansız gibiydi Ankara'da yapımı planlanan devlet binaları için sadece Mimarlar, Mühendisler değil duvarcılar bile yabancı ülkelerden Macaristan'dan Romanya'dan getirilirken ülke kalkınmasında milli imkanlarla, milli iş gücüyle planlama ve sürdürmek olması değildi. Diğer yandan ülke ekonomisinin bel kemiği olan tarım ve hayvancılık sektöründe ve beceri ve katma değer son derece düşüktü. Kalkınmanın köylerden başlatılması gerekiyordu. (Fikret Şemin,Türkiye’de Amerikalı Bir Filozof,İstanbul,2011)  Uygulanacak reform çağı çocuklarının görerek yaparak öğrenmelerini köylerine birer kalkınma önderi olarak dönmelerini sağlayacak  bu beklentilere rehberlik yapacak otorite uluslararası araştırmalardan sonra Amerika'da bulunan John Deweyi Türkiye'ye getiren Atatürk'ün dehası  bunu başarmıştı.
John Dewey, yaparak-yaşayarak öğrenmeye ve tecrübeye önem veren pragmatizmi, mantıksal ve ahlaki bir analiz teorisi olarak geliştirmiş, deneycilik, işlevsellik ve aletçilik olarak da bilinen felsefe akımının kurucusu ünlü filozof ve eğitim teorisyenidir. 1859-1952 Yılları arasında yaşamıştır. John Dewey’in eğitim felsefesinin temelinde yaparak öğrenme adını verdiği problem çözme yaklaşımı, diğer bir ifadeyle deneyim kavramı yer almaktadır.  (https://www.pegem.net/Akademi/kongrebildiri_detay.aspx?id=117783)

       Amerikan toplumunun eğitim şekillenmesinde çok büyük katkısı olan filozof ve eğitim teorisyeni  John Dewey, Cumhuriyet’imizin ilk yıllarında ( 19 Temmuz - 10 Eylül 1924 Tarihleri arası) Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından  Dönemin  Eğitim Bakanı’na(Vasıf Çınar) verilen talimat ile davet üzere ülkemize gelen Dewey.  Ülkemizin belli şehirlerinde gözlem ve incelemelerde bulundu ve incelemelerini içeren ilk raporunu Türkiye’den ayrılmadan teslim etti.  
Amerika’ya döndükten sonra kaleme aldığı asıl rapor 30 sayfalık “Türkiye Maarifi Hakkında Rapor” dur. Bu raporda John Dewey’in kurulacak yeni eğitim sistemi hakkındaki önerileri yer almaktadır. Bu rapor MEDHAL (Giriş) bölümünden hemen sonra sekiz temel başlıktan oluşmaktadır. Bu başlıklar; Program, Maarif Vekilliği Teşkilatı, Muallimlerin Yetiştirilmesi ve Terfihi, Muallimlerin Yetiştirilmesi, Mektep Sistemi, Sıhhat ve Hıfzıssıhha, Mektep İnzibatı, Muhtelif Mevat şeklindedir.  (https://www.pegem.net/Akademi/kongrebildiri_detay.aspx?id=117783) Resmi rapora ulaşmak mümkün ancak başlıklarda da görüldüğü üzre okumak oldukça güç daha iyi anlaşılabilmesi ve üzerinde çalışılabilmesi için günümüz Türkçesine çevrilmesi gerekiyor.


John Dewey’in  Türk Maarifi Hakkındaki Raporundan Örnek Maddeler;


1-      Türk eğitiminin derhal yapılabilecek düzenlemeleri değil hazırlanması birkaç yıl sürecek kapsamlı bir program gereksinimi vardır. Bu program Anayasanın değişmez ilkeleri arasında yer almalı ve sürekliliği güvence altında olmalıdır programı yönetecek uzmanlar nitelik ve nicelik olarak yeterli düzeye ulaşmadan uygulamaya başlamamalıdır. (Fikret Şemin,Türkiye’de Amerikalı Bir Filozof,İstanbul,2011)

    Dewey ileri görüşlülüğü sayesinde ülkemizde derhal  gerçekleşen sistemleri tahmin etmiş olmalı ki raporunda halen var olan bu sorundan söz etmiş.  Öyle ki son 14 yılda ülkemiz eğitim sisteminde toplam 13 değişiklik meydana gelmiştir. Buda demek oluyor ki  2003 yılında okula başlayan bir öğrenci  okula başladığı süre ile mezun olduğu sürede sistem hiçbir zaman aynı kalmamıştır. Öğrencilerin yaşadığı karmaşa meslek seçimini ve hatta kişisel benliğini olumsuz etkilemekle birlikte yapılan değişikliklerin yıllarca devam etmesi bu süre zarfı içerisinde eğitim gören neslin okul hayatından, okul sisteminden , kendi kişilik, isteklerinden ve eğitimden uzaklaştığını görmek mümkündür. Yapılan en büyük hatayı yıllar önce John Dewey’in belirtmiş olması ve ülkemiz eğitim sisteminin 14 yıldır istikrarlı bir şekilde değişimlerine devam etmesi oldukça ironiktir. Dileriz getirilecek yeni sistemler  Dewey’in söylediği gibi “Derhal yapılabilecek düzenlemeleri değil hazırlanması birkaç yıl sürecek kapsamlı bir program bir program gereksinimi vardır.”  Derhal sisteme alınmayan öncesinde test edilip onaylanan üzerine çalışılmış programlar görebilmek umudu ile..

 -      Köy okulları tarımın ve yörenin gelişmesini sağlayacak şekilde düzenlenmelidir. Eğitimle ilgili pratik bilgiler içeren yabancı eserler hızla Türkçeye çevrilmelidir. Diğer yandan oluşturulacak “okuma dernekleri” bünyesinde  öğretmenlerin iki haftada bir toplanarak okudukları kitapları ve bunlardan esinlenen uygulamaları aralarında tartışmaları desteklenmelidir. Öğrencilerin sadece dinleyerek veya bakarak öğrenmeleri genellikle yeterli olmadığından öğrenciler yaparak öğrenmeli,  örneğin eğitsel araç gereçler üretilmelidir .Okullar kültürel modernleşmenin yanı sıra endüstriyel uyanışında merkezleri olmalıdır. Öğretmenler planlanan Sanayi toplumuna ulaşılması için halka yol gösterecek birer rehber niteliği kazanmalıdır. (Fikret Şemin, Türkiye’de Amerikalı Bir Filozof,İstanbul,2011)
John Dewey’in hazırladığı rapor maddesi eğitim sistemimizde etkili olmuştur. Köy Enstitülerinin kuruluş mantığı ve dayanaklarında da bu raporun doğrudan yansımalarını görmek mümkündür. Köy Enstitüleri; öğretmen ve eğitmenleriyle köylerde tarım ve sağlık görevlisi olarak çalışacakları yetiştirmek amacıyla kurulmuş eğitim kurumlarıdır.(https://toplumsaltarih.wordpress.com/2012/09/07/koy-enstituleri-neden-kuruldu-neden-kapatildi/)  Türk Eğitimi için büyük bir kayıp olan Köy Enstitüleri yaparak yaşayarak öğrenmeyi ilke edinmiş ve büyük başarılara imza atmıştır. O dönemde eğitim kurumlarının aynı sonucu vermemesi Köy Enstitülerinin daha çağdaş eğitim ilkelerine dayandığını çağdaş , demokratik eğitim kuramlarını benimsediğini açık bir şekilde bizlere göstermektedir. Bir bütünlük ve bir sistem oluşturan bu ilkelere değinecek olursak ;

En Yüce Değer İnsandır, Kuram/Uygulama İlişkisi, Demokratik Eğitim, Üretime Katılma, İleri Teknoloji Kullanımı, Ulusal Kültürden Evrensel Kültüre, Hesaplaşma/Değerlendirme başlıca ilkelerindendir.

       Eğitim sistemi konusunda elimizde başarılı bir taslak olmasına rağmen etkilenmediğimiz ve kullanmadığımız bu sistemin yalnızca kültür derslerinin verilmiyor oluşu hayata ve yaşamsal faaliyetlerin daha kaliteli olması için verilen derslerin olması öğrencilere ortaokul lise ayrımı yapmaksızın yalnızca bilginin aktarıldığı bu muazzam sistemin sonuçları çağdaş eğitim programını yok edecek durumdadır. Öyle ki Köy Enstitüleri o yıllarda UNESCO tarafından örnek “ Eğitim Modeli” olarak dünyaya gösteriliyordu. Bu eğitim kurumlarının mimarlarından olan Dewey  1945 yılında ülkemize tekrar geldiğinde Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü inceledikten sonra söylediği, İngiltere ve Amerika’daki konuşmalarında da aynen tekrarladığı “Benim düşlediğim okullar Türkiye’de Köy Enstitüsü olarak kurulmuştur. Tüm Dünyanın bu okulları görüp eğitim sistemini, Türklerin kurduğu bu okulları göz önünde bulundurarak yeniden yapılandırması isabet olacaktır” şeklinde batı basınında yayınlanan sözleri tarihe geçmiştir (Ata, 2001) Bu hızlı ve baş döndürücü etkinliklere on yıl içinde son verilmesi ülkenin geleceğini olumsuz yönde etkilemiştir ve ileri atılan her bir adım bizi maalesef daha geriye götürmüştür.  Geriye atılan adımların biri olan Tarım- Ziraat alanında , ülke genelinde istenilen gelişmeler tam sağlanamamıştır. Ülkenin verimli toprakları olmasına rağmen, Hükümetlerin uyguladığı değişken tarım politikaları. Belirlenen, istenen hedeflere ulaşmanın çok gerisinde kalmıştır. Tarım ve hayvancılıkla uğraşanların sıkıntıları devamlı artmıştır. Buna bağlı olarak tarım ve hayvansal ürünlerin ithalatı da devamlı artmıştır.

     Sonuç Olarak; John Dewey’in 1924 Yılında Hazırladığı “Türk Maarifi Hakkındaki Rapor”da yer alan konular, Cumhuriyet Döneminde kendi süreci içerisinde değerlendirildiğinde çok büyük değişmeler ve başarılar olduğu anlaşılmaktadır. Ülkenin yapısına uygun eğitim uygulamalarının, üretim ve kalkınmada dinamik bir güç olarak ülkenin ve çağın koşullarına göre yeniden düzenlenerek hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır. Bunun için uygulayıcıların alana yönelik yeterlilikleri hizmet öncesi ve hizmet içi eğitimlerinde işe koşularak beceri düzeyinde yaşamın bir parçası olarak öğretilmelidir.