Estetiğin
göreliliği üzerine yaygın bir kanı vardır. Bunun güzel olanın ne olduğu üzerine
çok çeşitli görüşlerin olması, her zaman yeni bir bakış açısı geliştirilmesi ve
toplumun da bu konuda kendine kısa bir yol oluşturarak “kime göre neye göre?”
diye sorabilmesi en azından tabanın görüşleri olması bağlamında epey kabul
edilebilirdir. Kabul edilebilir olan kısım bunun mazur görülebilecek
olmasındadır. Yoksa bir geçerliliği yoktur. Yine bu konuda Kant’ın Pratik Aklın
Eleştirisi tezleri de unutulmamalıdır. Demek ki kısa yol bizi her zaman doğru
yola çıkarmayacaktır.
Peki,
estetiğin üretici kimliğinde inşası büsbütün öznel bir faaliyet iken kabul
edilmiş bir “estetik” anlayışına nasıl ulaşılabilir?
Bunun
cevabını bu yazımda iletişim temelinde arayacağım. Bunun öncesinde de sanatı
güzeli üretmekten ziyade felsefe yapabilir ve yapamaz faaliyetler olarak ikiye
ayıracağım. Bir fikir bir duyuş ve algıyı ifade ediş eğer sanat gayesi de
güdüyorsa estetiktir. Bu ifade ediş iki yönlüdür. Sanat eserinin yapımı ve
sanat eserinin tüketimi… Bu tüketim kelimesi fazla postmodern dursa da
postmodern teori bağlamında konuşmak niyetinde değilim. Bu iki yön Sanat
üreticisinin zihninden (resim için konuşursak) tabloya ve tablodan da sanat
tüketicisinin zihnine olarak ifade edilmiştir. Zira eserin içeriğini anlayıp
çıkarma, bunu da kendi zihnine aktarması da içe dönük bir ifade faaliyetidir.
Zaten hiçbir zihne çarpmayan faaliyet sanat olamaz. Bu tarz bir eylem kimsenin
duymadığı bir ağacın devrilmesi gibi olacaktır. Eğer işitecek kimse yoksa ses
de yoktur. O yüzden sanatın kendisi de bu iki yönlülük sağlandığında ortaya
çıkmış ve estetik namını kazanabilmiş olur. Bu yazının tezini şimdiden tek
cümlede söylemek gerekirse sanat konusunda izleyicinin çok gerekli ve hayati
olduğunu belirtmem yerinde olur.
Bu
sayede neyin estetik olduğu konusunda da net bir alana girebiliriz. Eserin arka
planındaki fikir (tez kelimesi aslında daha yerindedir.) ve his aktarılabilir
bir düzlemde ise estetiktir. Ancak bu nokta malumun ilamı duruyor. Sadece
izleyiciyi de bu faaliyetin içine almış olduğumu belirteyim. Belki biraz daha
ortalığı kızıştırmak için bir sonraki cümlemi beklemeniz gerekecek…
”Tüketicinin
sanat eserini tüketmesi, anlaması ve beğenmesi de estetik bir faaliyettir.” Bu
yüzden izleyicinin de hakkı artık verilmelidir. Sanatın ne olduğu konusunda
sürekli üreticinin söz sahibi olması bu tahakkümü açıklayabilir. Evet, belki
yine de üretici kadar yoğun bir sanat faaliyetinden bahsetmiyorum ama inkâr edilemez
bir faaliyet olduğu konusunda da bir küçük pay vermenizi rica ediyorum. Tekrar
söylemek gereği hâsıl oldu ki bu postmodern bir yargı değildir. Bu sanatın
öznelliğinden kurtarılma çabasıdır. Övülen ve olumlanan kavram tüketim değil
tam tersi olarak anlayış ve takdir edebilme becerisidir. İzleyicinin sanata
dahil etme çabam iletişimi, karşılıklılığı sağlama ve sanatta felsefenin tekrar
yükselmesi amacıdır.
Anlamak
ve anlatabilmek açısından sanata baktığımızda iletişim bilimine de göz
kırpmamız gerekir. İletişim mesajların karşıya iletimi olarak
değerlendirildiğinde bunu kolaylaştırıcı birkaç silahı vardır. Bunun birincisi
dildir. Dil ortak kodlar üreten canlı bir yapıdır. Ne konuştuğumuz bununla
belirlenir. İkinci en önemlisi ise yine tabii olarak kültürdür. Kültürün ortak
oluşu benzer kodlama ve kod açma düzeyleri denk gelir. Bu da anlamın çok daha
kaliteli ulaşımını sağlar. Peki, bu kolaylıkları sanatın aktarımında ve
alınmasında yani sanat iletişimde nasıl adlandıracağız? Sanatın dili ve kültürü
nelerdir? Bu ikameler benzer sonuçlar getirebilir mi?
Bu
iki sorunun cevabını da evet olarak vereceğim. Sanatın aktarımındaki dil
evrensel ve bölgesel değişikliklere uğrayabilir. Çok beylik bir örnek olarak
Çin verilir. Belki de dünyanın kalanında beyaz rengi saflığı temizliği simgeler
iken Çin’de ölüm anlamına gelir. Yahut kan kırmızısı aksine çok olumlu
anlamlıdır, şansı simgeler. Ancak bütün bunları sanat okuyucusunun değerlendirmesi,
düşünmesi gerekir: “Buradaki sanat benimle evrensel bir dilde mi yöresel bir
dilde mi konuşuyor?”
Bu
noktada da yaratıcının kültürü devreye girer. Burada kültürü sanat akımları ile
ifade etseydim çok kolaya kaçmış olurdum. Bunun yerine biraz kargaşa da
çıkarmak için yerine “kurallar”ı koyacağım. Sanat aktarımında kurallar iletişimi
kolaylaştırmak anlamında büyük roller üstlenir. Kurallar sanat için hayati önem
taşır. Tabii bu sanatın belki de alt kimliklerinden ‘özgür olma’ ‘benzersizlik’
-diğer bir deyişle biriciklik- ile çatışacaktır. O yüzden Kurallar’ı da yaratıcının
kendi inşa ettiği kültür içindeki kurallar olarak sınırlayacak akımlardan dahi
esnek bir yapıya getireceğim. (Ancak yine de ifade etmem gerekir ki halen
sürrealist sanatçılar ile çatışıyor haldeyim. Zira onlar da “Bir sanatçı önce
kurallar koymalı sonra onların tamamını yıkmalı ve tanımamalıdır.” der)
Şimdilik
Sürrealistleri bir kenara bırakalım da izleyiciyi sanata dâhil etme gayemize
tekrar dönelim. İletişimdeki hem tabanı hem de kolaylaştırıcı bir unsuru görev
edinen kültür hele de sanat konusunda belli bir eğitimi gerektiriyor. Burada
artık pratik sanat faaliyetlerini eğitimden saymak ikinci plana itilmiş oluyor.
Zira sanatı tüketebilmek de malumun ilanı olduğu üzere ayrı bir beceri istiyor.
Peki, şimdiye kadar gelmiş sanat eğitimdeki “biz sanat yapmayı öğretelim
sanatın ilk çıkışından belirli bir rota çizelim bu da arzu edilen sesleri
çıkarmak hatta alabildiğine gürültü yaptırmak olsun böylece üretim serüveni ile
tanışsınlar, zamanla enstrümanlar ile belirli yöntemler sağlayalım ve sanat
inşa edebilir hale gelsinler.” Şeklindeki Amerikan modeli sanat eğitimi
konusunda çok mu işlevsiz? Çok mu yanlış ki bunu bırakıp tüketimi öğreteceğiz?
Şimdilik bunu cevapsız bırakıyorum ama gayet geçerli bir mantığı olduğu aşikâr.
Ancak en azından hele de yoksul bir ülke olarak farklı bir yöntem
izleyebiliriz. Buradaki yoksulluğun iki yönlü olduğunu birinin maddi
kaynakların yetersizliği demek olduğunu diğerinin ise sanat faaliyetlerine
yabancılık bağlamında eksikliği ifade ettiğini ayrıca belirteyim. O zaman biz
de en azından tüketimi yani anlamayı öğretmekle başlayalım. Benzer bir model
olarak da Amerikan modeline karşıt konumlanalım. Örneğin: “biz sanatı anlamayı
öğretelim sanat eserlerini dinletip, gösterip burada ne demek istiyor olabilir
diyerek serbest düşünmeyi geliştirelim. İlerledikçe akımları ve olası anlamları
tarzları ve felsefeleri göstererek belli çerçeveler çizmelerini sağlayalım
böylece sanatı anlayabilir hale gelsinler.” Böylece emeklemeden de koşmamız
oluruz. Sanat eğitimi ve toplumu sanatla tanıştırma Cumhuriyet hedeflerimizden
değil miydi? Bunca zamandır takdire değer bir yol kat ettiğimizi iddia
edebilecek olan çıkabilir mi? En azından sanat anlaşılmalı, takdir edilmeli ve
bu dili konuşabilen insanlar olarak üstüne felsefe yapabilmeliyiz. Sanat her
zaman en olmayanı söylemiştir (Beethoven’ın sözleri ile “tanrının dilinden
konuşmak” ) bunun birazcık somutlaşabilmesi felsefe, daha çok somutlaşması ile
de bilim inşa edilir. Yani bütün bunları istiyorsak önce sanata söz verebilmeyi
öğrenmeliyiz. Söz verebilmeli ve ardından dinleyebilmeliyiz.
Sanat
hepimize hemen ve azami düzeyde gereklidir. Sanat faaliyetlerini anlamamız ve
özümsememiz gereklidir. Bu gereklilik sanatın tüketiminin de gerekliliğini
gösterir. Bu sanatın somutlaştırma faaliyeti bir sanat eylemidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder