25 Aralık 2017 Pazartesi

Sanatın Tüketimi: Yeni Bir Sanat Faaliyeti?


Estetiğin göreliliği üzerine yaygın bir kanı vardır. Bunun güzel olanın ne olduğu üzerine çok çeşitli görüşlerin olması, her zaman yeni bir bakış açısı geliştirilmesi ve toplumun da bu konuda kendine kısa bir yol oluşturarak “kime göre neye göre?” diye sorabilmesi en azından tabanın görüşleri olması bağlamında epey kabul edilebilirdir. Kabul edilebilir olan kısım bunun mazur görülebilecek olmasındadır. Yoksa bir geçerliliği yoktur. Yine bu konuda Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi tezleri de unutulmamalıdır. Demek ki kısa yol bizi her zaman doğru yola çıkarmayacaktır.
Peki, estetiğin üretici kimliğinde inşası büsbütün öznel bir faaliyet iken kabul edilmiş bir “estetik” anlayışına nasıl ulaşılabilir?
Bunun cevabını bu yazımda iletişim temelinde arayacağım. Bunun öncesinde de sanatı güzeli üretmekten ziyade felsefe yapabilir ve yapamaz faaliyetler olarak ikiye ayıracağım. Bir fikir bir duyuş ve algıyı ifade ediş eğer sanat gayesi de güdüyorsa estetiktir. Bu ifade ediş iki yönlüdür. Sanat eserinin yapımı ve sanat eserinin tüketimi… Bu tüketim kelimesi fazla postmodern dursa da postmodern teori bağlamında konuşmak niyetinde değilim. Bu iki yön Sanat üreticisinin zihninden (resim için konuşursak) tabloya ve tablodan da sanat tüketicisinin zihnine olarak ifade edilmiştir. Zira eserin içeriğini anlayıp çıkarma, bunu da kendi zihnine aktarması da içe dönük bir ifade faaliyetidir. Zaten hiçbir zihne çarpmayan faaliyet sanat olamaz. Bu tarz bir eylem kimsenin duymadığı bir ağacın devrilmesi gibi olacaktır. Eğer işitecek kimse yoksa ses de yoktur. O yüzden sanatın kendisi de bu iki yönlülük sağlandığında ortaya çıkmış ve estetik namını kazanabilmiş olur. Bu yazının tezini şimdiden tek cümlede söylemek gerekirse sanat konusunda izleyicinin çok gerekli ve hayati olduğunu belirtmem yerinde olur.
Bu sayede neyin estetik olduğu konusunda da net bir alana girebiliriz. Eserin arka planındaki fikir (tez kelimesi aslında daha yerindedir.) ve his aktarılabilir bir düzlemde ise estetiktir. Ancak bu nokta malumun ilamı duruyor. Sadece izleyiciyi de bu faaliyetin içine almış olduğumu belirteyim. Belki biraz daha ortalığı kızıştırmak için bir sonraki cümlemi beklemeniz gerekecek…
”Tüketicinin sanat eserini tüketmesi, anlaması ve beğenmesi de estetik bir faaliyettir.” Bu yüzden izleyicinin de hakkı artık verilmelidir. Sanatın ne olduğu konusunda sürekli üreticinin söz sahibi olması bu tahakkümü açıklayabilir. Evet, belki yine de üretici kadar yoğun bir sanat faaliyetinden bahsetmiyorum ama inkâr edilemez bir faaliyet olduğu konusunda da bir küçük pay vermenizi rica ediyorum. Tekrar söylemek gereği hâsıl oldu ki bu postmodern bir yargı değildir. Bu sanatın öznelliğinden kurtarılma çabasıdır. Övülen ve olumlanan kavram tüketim değil tam tersi olarak anlayış ve takdir edebilme becerisidir. İzleyicinin sanata dahil etme çabam iletişimi, karşılıklılığı sağlama ve sanatta felsefenin tekrar yükselmesi amacıdır.
Anlamak ve anlatabilmek açısından sanata baktığımızda iletişim bilimine de göz kırpmamız gerekir. İletişim mesajların karşıya iletimi olarak değerlendirildiğinde bunu kolaylaştırıcı birkaç silahı vardır. Bunun birincisi dildir. Dil ortak kodlar üreten canlı bir yapıdır. Ne konuştuğumuz bununla belirlenir. İkinci en önemlisi ise yine tabii olarak kültürdür. Kültürün ortak oluşu benzer kodlama ve kod açma düzeyleri denk gelir. Bu da anlamın çok daha kaliteli ulaşımını sağlar. Peki, bu kolaylıkları sanatın aktarımında ve alınmasında yani sanat iletişimde nasıl adlandıracağız? Sanatın dili ve kültürü nelerdir? Bu ikameler benzer sonuçlar getirebilir mi?
Bu iki sorunun cevabını da evet olarak vereceğim. Sanatın aktarımındaki dil evrensel ve bölgesel değişikliklere uğrayabilir. Çok beylik bir örnek olarak Çin verilir. Belki de dünyanın kalanında beyaz rengi saflığı temizliği simgeler iken Çin’de ölüm anlamına gelir. Yahut kan kırmızısı aksine çok olumlu anlamlıdır, şansı simgeler. Ancak bütün bunları sanat okuyucusunun değerlendirmesi, düşünmesi gerekir: “Buradaki sanat benimle evrensel bir dilde mi yöresel bir dilde mi konuşuyor?”
Bu noktada da yaratıcının kültürü devreye girer. Burada kültürü sanat akımları ile ifade etseydim çok kolaya kaçmış olurdum. Bunun yerine biraz kargaşa da çıkarmak için yerine “kurallar”ı koyacağım. Sanat aktarımında kurallar iletişimi kolaylaştırmak anlamında büyük roller üstlenir. Kurallar sanat için hayati önem taşır. Tabii bu sanatın belki de alt kimliklerinden ‘özgür olma’ ‘benzersizlik’ -diğer bir deyişle biriciklik- ile çatışacaktır. O yüzden Kurallar’ı da yaratıcının kendi inşa ettiği kültür içindeki kurallar olarak sınırlayacak akımlardan dahi esnek bir yapıya getireceğim. (Ancak yine de ifade etmem gerekir ki halen sürrealist sanatçılar ile çatışıyor haldeyim. Zira onlar da “Bir sanatçı önce kurallar koymalı sonra onların tamamını yıkmalı ve tanımamalıdır.” der)
Şimdilik Sürrealistleri bir kenara bırakalım da izleyiciyi sanata dâhil etme gayemize tekrar dönelim. İletişimdeki hem tabanı hem de kolaylaştırıcı bir unsuru görev edinen kültür hele de sanat konusunda belli bir eğitimi gerektiriyor. Burada artık pratik sanat faaliyetlerini eğitimden saymak ikinci plana itilmiş oluyor. Zira sanatı tüketebilmek de malumun ilanı olduğu üzere ayrı bir beceri istiyor. Peki, şimdiye kadar gelmiş sanat eğitimdeki “biz sanat yapmayı öğretelim sanatın ilk çıkışından belirli bir rota çizelim bu da arzu edilen sesleri çıkarmak hatta alabildiğine gürültü yaptırmak olsun böylece üretim serüveni ile tanışsınlar, zamanla enstrümanlar ile belirli yöntemler sağlayalım ve sanat inşa edebilir hale gelsinler.” Şeklindeki Amerikan modeli sanat eğitimi konusunda çok mu işlevsiz? Çok mu yanlış ki bunu bırakıp tüketimi öğreteceğiz? Şimdilik bunu cevapsız bırakıyorum ama gayet geçerli bir mantığı olduğu aşikâr. Ancak en azından hele de yoksul bir ülke olarak farklı bir yöntem izleyebiliriz. Buradaki yoksulluğun iki yönlü olduğunu birinin maddi kaynakların yetersizliği demek olduğunu diğerinin ise sanat faaliyetlerine yabancılık bağlamında eksikliği ifade ettiğini ayrıca belirteyim. O zaman biz de en azından tüketimi yani anlamayı öğretmekle başlayalım. Benzer bir model olarak da Amerikan modeline karşıt konumlanalım. Örneğin: “biz sanatı anlamayı öğretelim sanat eserlerini dinletip, gösterip burada ne demek istiyor olabilir diyerek serbest düşünmeyi geliştirelim. İlerledikçe akımları ve olası anlamları tarzları ve felsefeleri göstererek belli çerçeveler çizmelerini sağlayalım böylece sanatı anlayabilir hale gelsinler.” Böylece emeklemeden de koşmamız oluruz. Sanat eğitimi ve toplumu sanatla tanıştırma Cumhuriyet hedeflerimizden değil miydi? Bunca zamandır takdire değer bir yol kat ettiğimizi iddia edebilecek olan çıkabilir mi? En azından sanat anlaşılmalı, takdir edilmeli ve bu dili konuşabilen insanlar olarak üstüne felsefe yapabilmeliyiz. Sanat her zaman en olmayanı söylemiştir (Beethoven’ın sözleri ile “tanrının dilinden konuşmak” ) bunun birazcık somutlaşabilmesi felsefe, daha çok somutlaşması ile de bilim inşa edilir. Yani bütün bunları istiyorsak önce sanata söz verebilmeyi öğrenmeliyiz. Söz verebilmeli ve ardından dinleyebilmeliyiz.


Sanat hepimize hemen ve azami düzeyde gereklidir. Sanat faaliyetlerini anlamamız ve özümsememiz gereklidir. Bu gereklilik sanatın tüketiminin de gerekliliğini gösterir. Bu sanatın somutlaştırma faaliyeti bir sanat eylemidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder